KUR’AN-I KERİM’DEKİ AHKAM AYETLERİ
KUR’AN-I KERİM’DEKİ AHKAM AYETLERİ
Kur’an-ı Kerim’deki ahkâm ayetleri, İslam hukukunun (fıkıh) esasını ve ana kaynağını teşkil eden, inananların hayatlarını tanzim eden emir ve yasakları ihtiva eden ayetlerdir. Bu ayetler, insanın hem Yaradan ile hem de diğer insanlarla ve tabiatla olan münasebetlerini düzenler.
Ahkâm ayetlerinin sayısı hakkında müfessirlerin farklı nazarları olmakla birlikte, genel kabul gören görüşe göre yaklaşık 500 civarındadır. Bu ayetler, İslam hukukçuları tarafından “Ameli Hükümler” başlığı altında tasnif edilmiş ve muhtevalarına göre kategorilere ayrılmıştır.
İşte ahkâm ayetlerinin temel alanları, muhtevaları ve Mealden örnek iktibaslar:
1. İbadat (İbadetler) ile İlgili Ahkâm
Namaz, oruç, hac, zekât ve temizlik (taharet) gibi kulun Allah’a karşı vazifelerini düzenleyen hükümlerdir. Bu ayetler, kulluğun zahiri disiplinini sağlar.
> “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.”
> (Bakara Suresi, 183. Ayet – Meali)
>
2. Muamelat (Sosyal ve Ticari İlişkiler)
İnsanların birbirleriyle olan hukuki, ticari ve sosyal ilişkilerini düzenleyen hükümlerdir. Alışveriş, borçlanma, şahitlik, emanet gibi konuları kapsar. Kur’an, ticareti helal kılarken haksız kazancı (faiz/riba) yasaklamıştır.
> “Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların, ‘Alışveriş de faiz gibidir’ demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram kılmıştır. Bundan böyle kime Rabbinden bir öğüt gelir de (o öğüte uyarak) faizden vazgeçerse, artık geçmişte olan ona aittir ve şonun işi (hakkındaki hüküm) Allah’a kalmıştır. Kim de tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”
> (Bakara Suresi, 275. Ayet – Meali)
>
3. Ahvâl-i Şahsiyye (Aile Hukuku)
Evlenme, boşanma, nafaka, velayet ve miras gibi aileyi ilgilendiren hükümleri ihtiva eder. Kur’an, aile yapısının sıhhatine büyük önem verir.
> “Allah, size çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında bir erkeğe iki kadının payı kadarını emreder. (Çocuklar) sadece ikiden fazla kız iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kız bir ise (mirasın) yarısı onundur…”
> (Nisa Suresi, 11. Ayet – Meali)
>
4. Ukubat (Ceza Hukuku)
Toplumun huzurunu ve güvenliğini bozan suçlara (hırsızlık, zina, adam öldürme, iftira vb.) karşı uygulanacak cezai müeyyideleri belirler. Bu hükümler, suçun önlenmesi ve adaletin tesisi için cihan şümul prensipler getirir.
> “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir. Ancak öldüren kimse, kardeşi (öldürülenin vârisi, velisi) tarafından affedilirse, aklın ve dinin gereklerine uygun yol izlenmeli ve tazminatı ona güzellikle ödenmelidir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Bundan sonra kim haddi aşarsa (katili öldürürse) onun için elem verici bir azap vardır.”
> (Bakara Suresi, 178. Ayet – Meali)
>
5. İdare ve Adalet Hukuku
Devlet yönetimi, yöneticilerin vasıfları ve adaletle hükmetme zorunluluğu üzerine olan ayetlerdir.
> “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”
> (Nisa Suresi, 58. Ayet – Meali)
>
Risale-i Nur’dan Bir Nazar: Ahkâmın Hikmeti
Bediüzzaman Said Nursi, Kur’an’ın hükümlerinin (ahkâm) sadece kuru kanunlar olmadığını, insan ruhunun ve toplumun derûnî ihtiyaçlarını karşılayan bir hikmet barındırdığını ifade eder. Kur’an’ın gençliğini ve hükümlerinin eskimezliğini şöyle tasvir eder:
> “Evet, Kur’ân-ı Hakîm, bilittifak ümmî ve emîn bir zâtın lisâniyle zaman-ı Âdem’den tâ Asr-ı Saadete kadar, enbiyâların mühim hâlâtını ve ehemmiyetli vukuâtını öyle bir tarzda zikrediyor ki, Tevrat ve İncil gibi kitapların tasdiki altında gayet kuvvet ve ciddiyetle ihbar ediyor. Kütüb-ü sâlifenin ittifak ettikleri noktalarda muvâfakat etmiştir. İhtilâf ettikleri bahislerde, musahhihâne hakikat-i vâkıayı faslediyor. Demek, Kur’ân’ın nazar-ı gaybbînîsi, o kütüb-ü sâlifenin umumunun fevkınde, ahvâl-i mâziyeyi görüyor ki, ittifakî meselelerde musaddıkàne onları tezkiye ediyor, ihtilâfî meselelerde musahhihâne onlara faysâl oluyor..”
> (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz.)
>
Yani Kur’an’ın ahkâmı, geçmiş kitapların güzelliklerini, velilerin esaslarını ve gelecekteki tekamülün temellerini, İlahi bir ölçü ile bir araya getirmiştir. Bu yüzden zamanın geçmesiyle bu hükümler eskimez, bilakis insanlık geliştikçe bu hükümlerin aslına ve hikmetine daha çok ihtiyaç duyulur.
Hülasa; Ahkâm ayetleri, İslam’ın “hayat dini” olduğunun en büyük isbatıdır. Sadece vicdanlara hapsolan bir inanç değil, hayatın her alanına (çarşı, pazar, mahkeme, ev) dokunan bir nizam sunar.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Kur’an-ı Kerim’in ahkâm ayetleri arasında, toplumsal hayatın dengesini en hassas şekilde kuran iki mühim alan Miras (Feraiz) ve Ticaret Hukuku’dur. Bu iki alan, İslam’ın sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir adalet nizamı olduğunun isbatıdır.
İşte bu iki konunun muhtevası, hikmetleri ve günümüzdeki yansımaları üzerine bir tasvir:
1. Miras Hukuku (Feraiz): Adalet ve Denge
Miras konusu, modern hukuk sistemleri ile İslam hukuku arasında en çok tartışılan ve üzerine en çok yanılsama üretilen konulardan biridir. Kur’an, mirası şansa veya ölünün vasiyetine (sınırlı kısım hariç) bırakmamış, bizzat pay sahiplerini belirlemiştir.
* “Erkeğe İki, Kadına Bir” Meselesinin Esası:
Nisa Suresi’ndeki hüküm, zahiri bir eşitsizlik gibi görünse de, İslam’ın aile ve iktisat sistemine külli bir nazarla bakıldığında muazzam bir adalet ihtiva ettiği görülür.
* Erkeğin Yükümlülüğü: İslam hukukunda erkek; evlenirken mehir vermek, karısının, çocuklarının ve muhtaç akrabalarının hayat masraflarını (nafaka) karşılamak zorundadır.
* Kadının Muafiyeti: Kadın ise, zengin dahi olsa evin geçimine katkıda bulunmak zorunda değildir. Aldığı miras, mehir ve kendi kazancı tamamen kendine aittir.
* Netice: Erkek aldığı mirası başkaları (ailesi) için harcamak zorundayken, kadın aldığı payı sadece kendi şahsı için saklayabilir. Bu bağlantı kurulduğunda, hükmün kadını koruduğu ve ekonomik dengeyi sağladığı anlaşılır.
* İlgili Ayet (Tamamı):
> “Ana, baba ve akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır. Ana, baba ve akrabaların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Allah, (bırakılan malın) azından da çoğundan da bunları farz kılınmış birer hisse olarak belirlemiştir.”
> (Nisa Suresi, 7. Ayet – Meali)
>
2. Ticaret Ahlakı: Güven ve Ölçü
Kur’an, ticareti helal kılarken, onu katı ahlaki prensiplere bağlamıştır. Ticaretin gayesi sadece kâr maksimizasyonu değil, toplumsal güvenin tesisidir.
* Ölçü ve Tartı Hassasiyeti:
Kur’an, ticarette hile yapmayı, ölçü ve tartıda eksiltmeyi şiddetle yasaklar. Bu, bir toplumun ekonomik sıhhati için temel şarttır.
* Karşılıklı Rıza ve Dürüstlük:
Malın kusurunu gizlemek, fahiş fiyatla satmak (ihtikar/karaborsa) yasaktır.
* İlgili Ayet (Tamamı):
> “Medyen halkına da kardeşleri Şuayb’ı peygamber gönderdik. O şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin O’ndan başka hiçbir ilâhınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik yapmayın. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adınıza kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.'”
> (Hûd Suresi, 84. Ayet – Meali)
> (Not: Konunun devamlılığı ve ahkâmın netliği açısından 85. ayet de şu şekildedir: “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. İnsanların eşyalarını (mallarını ve haklarını) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın.”)
>
3. Risale-i Nur’dan Bir Nazar: Miras Hukukundaki Hikmet
Bediüzzaman Said Nursi, “medeniyet” adına İslam miras hukukuna yöneltilen tenkitleri cevaplarken, Kur’an’ın hükmünün nasıl safi bir adalet ve merhamet olduğunu Yirmi Beşinci Söz’de şöyle tasvir eder:
> “Muhâkemesiz medeniyet, Kur’ân kadına sülüs verdiği için âyeti tenkid eder. Halbuki, hayat-ı içtimâiyede ekser ahkâm, ekseriyet itibâriyle olduğundan; ekseriyet itibâriyle bir kadın kendini himâye edecek birisini bulur, erkek ise ona yük olacak ve nafakasını ona bırakacak birisiyle teşrik-i mesâi etmeye mecbur olur. İşte, bu sûrette bir kadın, pederinden yarısını alsa, kocası noksaniyetini temin eder. Erkek, pederinden iki parça alsa, bir parçasını tezevvüc ettiği kadının idaresine verecek; kızkardeşine müsâvi gelir. İşte, adâlet-i Kur’âniye böyle iktizâ eder, böyle hükmetmiştir. ”
> (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, Sözler, Yirmi Beşinci Söz)
>
Bediüzzaman burada, hukukun sadece rakamlardan ibaret olmadığını, sosyolojik gerçekler ve aile içi dengelerle birlikte külli bir şekilde ele alınması gerektiğini vurgular. Medeniyetin zahiri eşitlik iddiasının, bu dengeleri bozarak aslında zulme yol açabileceğine işaret eder.
Hülasa
Ahkâm ayetleri;
* Miras ile aile içindeki ekonomik adaleti ve dayanışmayı,
* Ticaret ile toplumdaki güven ve dürüstlüğü tesis etmeyi amaçlar.
Bu hükümlerin uygulanması, bireyin vicdanına hitap ettiği kadar, devletin denetim mekanizmasıyla da (Osmanlı’daki Muhtesip teşkilatı gibi) desteklenmiştir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
İslam hukukunda “Ukubat” (Ceza Hukuku), sadece suçluyu cezalandırmayı değil, suçun işlenmesini önlemeyi ve toplumun temel değerlerini muhafaza etmeyi gaye edinir. Bu hukuk sistemi, insanın canını, malını, aklını, neslini ve dinini (Zarurat-ı Hamse) korumak üzerine bina edilmiştir.
Kur’an’ın ceza sistemindeki en önemli özellik, cezaların şahsiliği (suçu işleyenden başkasının sorumlu tutulmaması) ve aleniyettir (cezanın gizli değil, isbat edildikten sonra açıkça uygulanması).
İşte Kur’an’daki temel ceza kategorileri ve ilgili ayetler:
1. Kısas: “Hayat Hakkının Teminatı”
Kısas, kasten adam öldürme ve yaralama suçlarında uygulanan, “misliyle cezalandırma” ilkesidir. Ancak bu, bir intikam aracı değil, adaletin tesisi ve caydırıcılık içindir. Kısasta en kritik nokta, cezayı affetme yetkisinin devlete değil, mağdurun ailesine (velisine) verilmiş olmasıdır. Aile dilerse kısas ister, dilerse diyet (tazminat) alır, dilerse affeder.
Bu hükmün hikmeti, kan davalarının önünü almak ve insan hayatına kastedilmesini engellemektir.
> “Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu sayede insan öldürmekten) sakınırsınız.”
> (Bakara Suresi, 179. Ayet – Meali)
>
2. Had Cezaları: “Allah’ın Sınırları”
“Had” (çoğulu Hudud), miktarı ve şekli bizzat Kur’an ve Sünnet ile belirlenmiş, değiştirilemeyen cezalardır. Bu suçlar, sadece şahsa değil, kamu düzenine ve Allah’ın hukukuna yapılmış bir saldırı olarak kabul edilir.
* Hırsızlık:
Başkasının malına el uzatmak, emeğe saygısızlık ve toplumdaki güven duygusunu (emniyeti) yıkmak olarak görülür.
> “Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının, yaptıklarına karşılık Allah’tan bir ceza olarak ellerini kesin. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
> (Maide Suresi, 38. Ayet – Meali)
> (Not: İslam fıkhında bu cezanın uygulanabilmesi için çok ağır şartlar -açlık, zorlama olmaması, malın koruma altında olması vb.- aranır. Bu sebeple tarihsel tatbikatta bu ceza nadiren, sadece profesyonel ve ısrarcı hırsızlara uygulanmıştır.)
>
* Zina ve İftira (Kazf):
Neslin korunması ve aile şerefinin muhafazası için getirilmiş hükümlerdir. Zina suçunun isbatı için dört şahit gibi çok ağır bir şart getirilmiştir; bu da özel hayatın ve mahremiyetin araştırılmasını önlemek içindir. Ancak namuslu insanlara iftira atmak da “Had” cezası gerektiren büyük bir suçtur.
3. Ta’zir Cezaları: “Devletin Takdiri”
Kur’an’da veya Sünnet’te cezası açıkça belirtilmemiş suçlar için (dolandırıcılık, rüşvet, sahtecilik vb.) devlet başkanının veya hakimin (Kadı) takdirine bırakılan cezalardır. Hapis, sürgün, kınama veya para cezası gibi yöntemler bu kapsama girer. Osmanlı kanunnamelerinin çoğu bu alanda düzenlenmiştir.
Risale-i Nur’dan Bir Nazar: “Manevi Yasakçı”
Bediüzzaman Said Nursi, suçların önlenmesinde sadece dış (maddi) cezaların (polis, hapishane) yeterli olamayacağını, asıl koruyucunun insanın derûnî dünyasındaki iman olduğunu vurgular. İnsanın kalbine yerleşen “her an görüldüğü” inancı, suç işlemeye karşı en büyük engelder.
Hutbe-i Şamiye eserinde bu durumu şöyle tasvir eder:
> “Siz büyük bir hakikatten ve acip ve kuvvetli bir sırdan gaflet etmişsiniz, terk etmişsiniz. Onun için adaletin hakikatini kaybediyorsunuz. Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zâlimâne ve tarafgirâne cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar. O hakkatin sırrı budur:
“Bizde bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’înin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhîden nâzil olan emir hatırına gelir. İmânın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâm-ı ezelîden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden (Hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin.” Mâide Sûresi, 5:38. )âyetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelânına hücum gibi bir hâlet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelân parçalanır, çekilir. Git gide, o meyelân bütün bütün kesilir. Çünkü, yalnız vehim ve fikir değil, belki mânevî kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder.”(Hutbe-i Şamiye.81)
>
Bediüzzaman’a göre, kalbinde “manevi bir yasakçı” (Allah korkusu/sevgisi) olmayan birini, kanunlar tam olarak durduramaz. Bu yüzden Osmanlı toplumunda suç oranlarının düşüklüğü, sadece cezaların şiddetinden değil, bu manevi terbiyeden kaynaklanmaktadır.
Hülasa
İslam ceza hukuku (Ukubat);
* Zalim için caydırıcı bir kılıç,
* Mazlum için güvenilir bir kalkan,
* Toplum için ise bir denge unsurudur.
Cezalar “zulüm” olsun diye değil, bir uzvun kangren olması durumunda vücudun geri kalanını kurtarmak (toplumun selâmeti) için konulmuş faaliyetlerdir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Osmanlı hukuk sisteminin belkemiği olan Kadı müessesesi ve mahkemelerin işleyiş yapısı, adaletin sadece saraylarda değil, en ücra köylerde dahi nasıl tesis edildiğini gösteren muazzam bir teşkilattır.
Bu sistemin esasını anlamak için şu cihan şümul dengeye dikkat etmek gerekir: Osmanlı idaresinde “Kılıç” (İcra gücü) ile “Kitap” (Hukuk) birbirinden ayrılmıştır.
İşte Osmanlı mahkeme yapısı, Kadı’nın faaliyetleri ve sistemin işleyişi:
1. Kadı: Sadece Bir Hakim Değil
Modern anlamdaki hakimin aksine, Osmanlı Kadısı’nın yetki alanı çok daha geniştir. Kadı, atandığı kazada (ilçede);
* Hukuki Olarak: Davalara bakan hakimdir.
* İdari Olarak: Belediye başkanı gibi şehrin düzenini (narh fiyatları, çarşı denetimi) sağlar.
* Noter Olarak: Akitleri, satışları ve mirasları kayıt altına alır.
Ancak en önemli vasfı bağımsızlığıdır.
* Tayin Usulü: Kadılar, bulundukları yerin yöneticisi olan Sancak Beyi veya Beylerbeyi tarafından atanmaz; doğrudan İstanbul’dan (Kazaskerlik veya Şeyhülislamlık makamından) tayin edilir. Bu durum, yerel yöneticilerin Kadı’ya baskı yapmasını engellemek içindir.
2. Mahkemelerin Yapısı ve İşleyişi
Osmanlı mahkemeleri, günümüzdeki gibi karmaşık prosedürlerin, aylar süren duruşmaların olduğu yerler değildir. Tabiatı gereği hızlı ve pratiktir.
* Tek Hakimli Sistem: Mahkemede tek bir Kadı bulunur. Kararı o verir. Ancak karmaşık davalarda müftüden fetva isteyebilir.
* Mekân: Mahkemeler genellikle cami yakınlarında veya şehrin merkezinde, halkın kolayca ulaşabileceği yerlerdedir. Kapısı herkese açıktır.
* Şuhûdü’l-Hâl (Gözlemci Heyeti):
Duruşma sırasında mahallenin güvenilir kişileri (imam, esnaf, saygın ihtiyarlar) mahkemede hazır bulunur. Bunlar jüri değildir, karar vermezler; ancak Kadı’nın davayı usulüne uygun yönetip yönetmediğine nazar ederler. Bu, adaletin zahiri olarak da şeffaf olduğunun isbatıdır.
* Vekâlet (Avukatlık):
Modern anlamda profesyonel avukatlık yoktur. Ancak kişiler kendilerini savunmak için “vekil” tayin edebilirler. Genellikle taraflar bizzat gelip dertlerini anlatır.
3. “Bey Kılıcı, Kadı Kitabı Tutar” (Denge ve Denetleme)
Osmanlı taşra teşkilatındaki en kritik denge, Ehl-i Örf (Askeri/İdari Yöneticiler) ile Ehl-i Şer’ (Kadılar/Ulema) arasındaki güç ayrılığıdır.
* Paşa/Bey: Askeri gücü ve yürütme yetkisini elinde tutar. Ancak bir suçluyu cezalandırmak istediğinde, Kadı’nın “hükmü” olmadan kılını bile kıpırdatamaz.
* Kadı: Hüküm verme yetkisini elinde tutar. “Bu kişi suçludur, cezası şudur” der. Ancak o cezayı uygulayacak askeri gücü yoktur; hükmün infazı için Bey’e muhtaçtır.
Bu karşılıklı bağımlılık (Check-Balance), keyfi yönetimi ve zulmü engellemek için kurulmuş bir hikmet sistemidir. Bir Paşa, Kadı’nın kararına uymak zorundadır; aksi takdirde Kadı durumu İstanbul’a bildirir ve Paşa görevden alınabilir.
4. Mahkeme Yardımcıları
Kadı tek başına çalışmaz, yanında şu görevliler bulunur:
* Nâib: Kadı vekilidir. Büyük kazalarda Kadı’nın iş yükünü hafifletir veya uzak köylere gidip davalara bakar.
* Kassam: Miras paylaşımını yapan memurdur. Vefat eden kişinin malını varisler arasında, yukarıda bahsettiğimiz miras hukukuna (Feraiz) göre taksim eder.
* Kâtib: Mahkeme kayıtlarını (Şer’iyye Sicilleri) tutan görevlidir.
5. Risale-i Nur’dan Bir Nazar: Adalet-i Mahzâ
Bediüzzaman Said Nursi, adaletin uygulanmasında İslam’ın “Adalet-i Mahzâ” (Tam ve saf adalet) prensibini benimsediğini vurgular. “Birinin hatasıyla başkası mesul olamaz” ve “Toplumun selameti için bile olsa, bir ferdin hakkı feda edilemez” düsturları, Osmanlı mahkemelerinin ruhunu yansıtır.
Mektubat eserinde bu hakikati şöyle tasvir eder:
> “Adalet-i mahzâ-yı Kur’aniye; bir mâsumun hayatını ve kanını, hattâ umum beşer için de olsa heder etmez. İkisini nazar-ı kudrette bir görür. (…) Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selameti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz.”
> (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, On Beşinci Mektup. Sayfa 43.)
>
Bu iktibas, Osmanlı Kadısının bir karar verirken neden “devletin menfaati”nden önce “şahsın hakkını” gözetmesi gerektiğini açıklar. Hak haktır; küçüğü büyüğü olmaz.
Hülasa; Osmanlı mahkeme sistemi, enaniyetin ve gücün hukuk karşısında boyun eğdiği, padişahın dahi mahkemede sıradan bir vatandaşla yan yana ayakta durup yargılanabildiği (Fatih Sultan Mehmet ve Rum Mimar davası gibi) bir yapıdır.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Osmanlı medeniyetinin “insanı yaşat ki devlet yaşasın” düsturunun en somutlaşmış hali, şüphesiz Vakıf Sistemi’dir. Adalet mekanizması (Kadı) toplumun hukuki dengesini sağlarken, Vakıf müessesesi de sosyal ve iktisadi dengesini sağlamış, devletin kasasından tek kuruş çıkmadan devasa kamu hizmetlerinin (eğitim, sağlık, bayındırlık) görülmesine vesile olmuştur.
Osmanlı’da vakıf, bir malı veya mülkü (akar), Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyle insanların ve diğer canlıların faydasına ebediyen tahsis etmektir.
İşte bu muazzam sistemin işleyişi, muhtevası ve külli yapısı:
1. Sistemin Mantığı: “Akar” ve “Hayrat” Dengesi
Bir vakfın yaşayabilmesi için sadece iyi niyet yetmez, sürdürülebilir bir iktisadi model gerekir. Osmanlı vakıfları iki ana unsurdan oluşur:
* Hayrat (Hizmet Kısmı): Vakfın hizmet verdiği birimlerdir. Cami, medrese, hastane (darüşşifa), imaret (aşevi), çeşme, kütüphane gibi halkın doğrudan faydalandığı yerlerdir. Buradan gelir elde edilmez, sadece hizmet üretilir.
* Akar (Gelir Kaynağı): Hayrat kısmının masraflarını (personel maaşı, yemek, tamirat) karşılamak için vakfedilen gelir getirici mülklerdir. Dükkânlar, hanlar, hamamlar, tarlalar veya zeytinlikler olabilir.
Vakıf kurucusu (Vâkıf), hazırladığı “Vakfiye” senedinde bu gelirlerin nereye ve nasıl harcanacağını en ince detayına kadar tasvir eder ve şart koşar. Bu şartlar kanun hükmündedir ve değiştirilemez.
2. Hizmet Alanları: Beşikten Mezara (Hatta Ötesine)
Vakıflar, sosyal hayatın hemen her alanını kuşatmıştır. Sadece insanlara değil, hayvanlara ve tabiata da hizmet götürmüştür.
* Sosyal Yardım (İmaretler): Aşevleri, günde binlerce kişiye (fakir, yolcu, talebe) ücretsiz yemek dağıtırdı. Öyle ki, Fatih Külliyesi’nin vakfiyesinde, misafirlere verilecek yemeğin etinin koyun mu sığır mı olacağı, hastalar için hangi özel yemeklerin (perhiz) çıkacağı dahi kayıtlıdır.
* Sağlık (Darüşşifalar): Hastanelerde tedavi ücretsizdi. Akıl hastaları müzik ve su sesiyle tedavi edilir, taburcu olanlara nekahat (iyileşme) döneminde geçinmeleri için para verilirdi.
* Eğitim (Medreseler): Talebelerin barınma, yeme-içme ve kitap masrafları vakıflar tarafından karşılanırdı.
* Çevre ve Hayvan Hakları: Leyleklerin bakımı için kurulan “Gurabahane-i Laklakan” (Düşkün Leylekler Evi), kışın dağdaki kurtlara et dağıtmak için kurulan vakıflar veya hizmetçilerin kırdığı tabakların parasını ödeyip onları azardan kurtaran vakıflar, medeniyetin derûnî inceliğini gösterir.
3. Sosyal Denge ve “Servet Düşmanlığını” Önleme
Vakıf sistemi, zengin ile fakir arasındaki uçurumu kapatan bir “sosyal güvenlik” supabıdır. Zengin, malını vakfederek toplumla paylaşır; fakir de bu hizmetten faydalanarak zengine dua eder. Bu durum, sınıfsal çatışmayı ve servet düşmanlığını engeller.
Bediüzzaman Said Nursi, zekât ve yardımlaşma müessesesinin toplumdaki bu hayati faaliyetini şöyle açıklar:
> “Hem İslâmiyet, havastan ziyade, avâmın tahassungâhı olmuştur. Vücub-u zekât ve hurmet-i ribâ ile, havassı, avâmın üstünde müstebit yapmak değil, bir cihette hâdim yapıyor,” (29. Mektup)
“Kur’ân’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avâmın havassa karşı itaatini ve havassın avâma karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti.” (Emirdağ Lâhikası.334.)
>
Osmanlı’da vakıflar, zekâtın kurumsallaşmış ve sürekli hale gelmiş şeklidir.
4. Sadaka-i Cariye ve Ahiret İnancı
Vakıfların temel motivasyonu, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) şu hadis-i şerifidir:
> “İnsan ölünce üç şey dışında ameli kesilir: Sadaka-i cariye (faydası süren hayır), kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat.” (Müslim, Vasiyyet, 14)
>
Padişahlar, hanım sultanlar ve paşalar, dünya mülkünün geçici olduğunun yanılma olmadığının farkındaydılar. İsimlerinin ve amel defterlerinin kapanmaması için servetlerini taşlara (binalara) ve hizmete dönüştürmüşlerdir. Bugün Süleymaniye’nin, Sultanahmet’in hâlâ ayakta olması, bu “ihlâs”ın bir isbatıdır.
5. Vakıf Bedduası
Vakıf malları dokunulmazdır. Vakıf kurucuları, vakfiyelerinin sonuna genellikle ağır beddualar eklemişlerdir. Bu, vakıf malına göz dikecek yöneticilere veya şahıslara karşı manevi bir koruma kalkanıdır.
Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesindeki şu ifadeler meşhurdur:
> “Kim ki bu şartlardan birini değiştirirse… Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerine olsun.”
>
Hülasa; Osmanlı Vakıf Medeniyeti, “Benim malım” diyen enaniyet sahibi insan yerine, “Mülk Allah’ındır, ben emanetçiyim” diyen diğerkâm insanın inşa ettiği bir sistemdir. Devlet, altyapı ve sosyal hizmet yükünü bu sivil inisiyatiflere devrederek, bütçesini daha çok savunma ve güvenliğe ayırabilmiştir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Osmanlı medeniyetinin “Taş”a (mimari ve vakıf) ruh verdiğini konuştuk; şimdi de o taşı işleyen, devleti yöneten ve ticareti döndüren “İnsan” unsurunun nasıl yetiştirildiğine, yani Enderun ve Ahilik sistemlerine nazar edelim.
Osmanlı’da insan yetiştirme düzeni, devletin tepesindeki yönetici ile çarşıdaki esnafı aynı ahlaki temelde, fakat farklı faaliyet alanlarında eğiten külli bir yapıdır.
İşte devletin “beynini” yetiştiren Enderun ve toplumun “elini” eğiten Ahilik teşkilatının muhtevası:
1. Enderun Mektebi: Devlet Adamı Yetiştirme Sanatı
Enderun (İç Saray), Topkapı Sarayı’nın içinde yer alan ve sadece devlet yöneticisi (Sadrazam, Vezir, Vali, Komutan) ve sanatkar yetiştirmek üzere kurulmuş, dünyanın ilk ve en disiplinli kamu yönetimi akademisidir.
* Sistemin Esası (Liyakat):
Enderun’un temeli, yetenekli çocukların (Devşirme sistemiyle veya gönüllü) seçilerek saraya alınması ve kabiliyetlerine göre sınıflandırılmasıdır. Burada soy, zenginlik veya torpil geçmez; sadece zeka, yetenek ve sadakat esastır. Bu, “Çobandan Sadrazam çıkaran” bir sistemdir ve bu dikey hareketlilik, Avrupa’daki aristokrat (soylu) sınıfın Osmanlı’da oluşmamasının sebebidir.
* Müfredat:
Eğitim hem zahiri (fen, matematik, coğrafya, tarih) hem de batini (Kur’an, tefsir, fıkıh, ahlak) ilimleri kapsar. Bunun yanı sıra beden eğitimi (cirit, okçuluk) ve mutlaka bir sanat dalı (hat, musiki, tezhip) öğretilirdi.
* Gaye:
Sadece “memur” değil, “İnsan-ı Kâmil” (Olgun İnsan) yetiştirmektir. Devleti yönetecek kişinin nefsinin (enaniyetinin) terbiye edilmiş olması şarttır.
2. Ahilik Teşkilatı: Esnafın Ahlak Okulu
Şehirlerdeki iktisadi hayatın belkemiği olan Ahilik, sadece bir meslek örgütü değil, bir ahlak tarikatıdır. Ahi Evran Veli tarafından kurulan bu sistem, “Eline, diline, beline sahip ol” düsturunu esas alır.
* Usta-Çırak İlişkisi:
Eğitim, okul sıralarında değil, dükkân tezgâhında gerçekleşir. Hiyerarşi şöyledir:
* Yamak: 10 yaşlarında işe başlar, sadece gözlem yapar.
* Çırak: Mesleğin alfabesini öğrenir.
* Kalfa: Ustalığa geçiş aşamasıdır.
* Usta: Mesleğin tüm inceliklerine vakıftır ve dükkân açma hakkına (Gedik) sahiptir.
* Şed Kuşanma Töreni ve Kalite Kontrol:
Bir kalfa, ustalığa yükseldiğinde törenle “Şed” (bir nevi peştamal/kemer) kuşanır. Ancak bu sadece mesleki beceriyle olmaz; ustanın ahlakına kefil olunması gerekir.
* “Pabucunu Dama Atmak”:
Ahilikte kalite kontrolü çok sıkıdır. Eğer bir ayakkabıcı hileli veya çürük çarık ayakkabı yaparsa, Ahi Baba (Kurul başkanı) o ayakkabıyı ibret-i alem olsun diye dükkânın damına atar. Müşteri bunu görünce o dükkândan alışverişi keser. “Pabucu dama atılmak” deyiminin aslı buradan gelir.
3. Kur’an-ı Kerim’den Referans: Liyakat ve Emanet
Devlet yönetiminde Enderun’un, ticarette Ahiliğin temel dayanağı şu ayet-i kerimedir. Allah (c.c.), işin ehline verilmesini emreder:
> “Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor…”
> (Nisa Suresi, 58. Ayet – Meali)
>
Osmanlı, bir görevi verirken “Bizden mi?” diye değil, “Ehli mi?” diye bakmıştır. Bu ayet, devletin personel politikasının anayasasıdır.
4. Sanat ve Esma-i Hüsna
Bir zanaatkârın işini güzel yapması, Allah’ın isimlerine (Esma-i Hüsna) bir ayinedarlık olarak yansımasıdır. Ahilikteki “işi güzel yapma” ahlakının derûnî boyutu bu manevi boyuttur.
> Bir marangozun yaptığı sandık veya bir terzinin diktiği kaftan, sadece bir eşya değil, Allah’ın “Sâni” (Sanatkâr) isminin o usta üzerindeki tecellisidir. Bu şuurla yapılan işten hile, hurda ve kalitesizlik çıkmaz.
Hülasa
Osmanlı insan yetiştirme düzeni;
* Enderun ile aklı ve iradeyi,
* Ahilik ile eli ve vicdanı
eğiterek, madde ile manayı birleştirmiştir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Osmanlı sosyal dokusunu anlamak için, cami ve medresenin yanında üçüncü sacayağı olan Tekke ve Zaviyeleri (Tarikatların mekânlarını) incelemek elzemdir. Zira Osmanlı medeniyeti; “Camide ibadet, Medresede ilim, Tekkede irfan” formülü üzerine bina edilmiştir.
Tasavvuf ve tarikatlar, sanılanın aksine toplumdan kopuk, sadece münzevi bir hayat süren yapıların ötesinde, sosyal hayatın tam merkezinde bir rehabilitasyon ve terbiye merkezi olarak faaliyet göstermiştir.
İşte bu manevi kurumların sosyal hayattaki rolü, muhtevası ve toplumsal tesirleri:
1. Sosyal ve Ruhi Terbiye Merkezi: “Edep Ya Hû”
Osmanlı sokaklarında, kapı tokmaklarında, dükkan levhalarında sıkça görülen “Edep Ya Hû” ifadesi, tekkelerin topluma aşıladığı temel düsturdur.
* Nefs Terbiyesi:
Medrese aklı doyururken, tekkeler kalbi ve ruhu doyurmuştur. İnsanın enaniyetini (egosunu) kırmak, kibirden arınmak, diğerkâm olmak ve hoşgörülü davranmak (hilm) tekkelerin ana müfredatıdır.
* Sınıfsız Toplumun Provası:
Tekke kapısından giren herkes eşittir. Bir Paşa ile bir hamal, zikir halkasında yan yana oturur, aynı kaptan yemek yer (Somat). Bu durum, toplumdaki sınıfsal uçurumların derinleşmesini ve sosyal patlamaları önleyen manevi bir sigorta olmuştur.
* Psikolojik Destek (Derûnî Tedavi):
Hayatın zorlukları karşısında bunalan, eşini veya işini kaybeden insanlar, tekkelerdeki sohbet ve zikir ortamında teselli bulmuşlardır. Burası, günümüzün psikolojik rehabilitasyon merkezleri gibi çalışmıştır.
2. Sanat ve Estetik Okulu
Osmanlı’da güzel sanatların en büyük koruyucusu ve üreticisi tarikatlar olmuştur. Özellikle Mevlevilik, adeta bir devlet konservatuarı gibi çalışmıştır.
* Musiki ve Edebiyat:
Klasik Türk Musikisi’nin en büyük bestekârları (Itri, Dede Efendi gibi) ve Divan edebiyatının büyük şairleri (Şeyh Galip gibi) tekkelerden yetişmiştir. Tasavvuf musikisi, ruhun batini derinliklerine hitap ederek ince zevkli bir toplum inşa etmiştir.
* Hüsn-i Hat ve Tezhip:
“Allah güzeldir, güzeli sever” hadisinden yola çıkarak, hat sanatının en güzel örnekleri tekkelerde icra edilmiştir.
3. Askeri ve Siyasi Yapıdaki Rolü: “Gaza ve Cihad”
Tasavvuf ehli sadece tespih çeken insanlar değildir; yeri geldiğinde kılıç kuşanan “Alperen”lerdir.
* Yeniçeri ve Bektaşilik:
Osmanlı ordusunun belkemiği olan Yeniçeriler, Hacı Bektaş-ı Veli’yi “Pir” olarak kabul ederler. Yeniçeri Ocağı’nın duası olan “Gülbank”, Bektaşi nefesi tarzındadır. Bu manevi bağ, askerin cesaretini ve ocağa sadakatini perçinlemiştir. Asker, savaşa giderken “Pirim Hacı Bektaş Veli’nin himmetiyle” diyerek motive olur.
* Fetih ve İskân:
Anadolu’nun ve Balkanların İslamlaşmasında, ordudan önce giden dervişler (Kolonizatör Türk Dervişleri) etkili olmuştur. Issız yerlere kurdukları zaviyelerle hem yol güvenliğini sağlamışlar hem de o bölgeleri şenlendirmişlerdir.
4. Kur’an-ı Kerim’den İktibas: Kalplerin İlacı
Tasavvufun temeli olan zikir ve Allah’ı anma, Kur’an’da kalbin huzuru için yegâne çare olarak gösterilmiştir:
> “Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”
> (Ra’d Suresi, 28. Ayet – Meali)
>
Tekkelerdeki zikir meclisleri, bu ayetin hayata geçirilmiş halidir.
5. Risale-i Nur’dan Bir Nazar: Tarikatın Gayesi
Bediüzzaman Said Nursi, tarikat ve tasavvufun, İslam’ın zahiri kabuğunun içindeki aslı ve özü olduğunu, gayesinin ise imanı inkişaf ettirmek olduğunu belirtir.
Telvihat-ı Tis’a (Dokuz Telvih) risalesinde tarikatı şöyle tasvir eder:
> “”Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’âniyeye mazhariyet; ‘tarikat’, ‘tasavvuf’ namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.””
> (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, Dokuzuncu Kısım.)
>
Bediüzzaman burada önemli bir yanılmayı düzeltir: Tarikat şeriatın alternatifi veya zıddı değil; bilakis onun ruhu, delili ve çekim gücüdür. Şeriatsız tarikatın makbul olmadığını vurgular.
Hülasa
Osmanlı’da tarikatlar;
* Ferdin ruh sağlığını koruyan bir sığınak,
* Toplumun kaynaşmasını sağlayan bir çimento,
* Ordunun manevi motivasyon kaynağı olarak faaliyet göstermiştir.
Bugün bazı tarihi dizilerde veya anlatımlarda gördüğümüz “devletle çatışan tarikat” imajı, Osmanlı’nın yükseliş dönemleri için büyük bir yanılmadır. Aksine, devlet (sultan) ile tekke (şeyh) genellikle uyum içinde çalışmış, biri bedeni (mülkü) yönetirken diğeri ruhları yönetmiştir (Fatih-Akşemseddin, Osman Gazi-Edebali örnekleri gibi).
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Osmanlı Devleti’nin maddî kılıcını Osman Gazi, manevî ruhunu ise Şeyh Edebali temsil eder. Bu ikili yapı, devletin sadece bir toprak fethine değil, gönül fethine odaklandığının en büyük isbatıdır. Şeyh Edebali, Osman Gazi’nin hem kayınpederi hem de manevi hocasıdır.
Onun Osman Gazi’ye yaptığı meşhur nasihat (vasiyetname), Osmanlı devlet aklının anayasası, yönetim felsefesinin (hikmetinin) özü ve liderlik manifestosudur. Bu metin, bir yöneticinin enaniyetini nasıl terbiye etmesi gerektiğini tasvir eden muazzam bir belgedir.
İşte o tarihi nasihatin muhtevası, analizi ve dayandığı manevi temeller:
1. “Ey Oğul!” ile Başlayan Manifesto
Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye hitabı, bir babanın oğluna şefkati ile bir mürşidin talebesine ikazını ihtiva eder. Metnin en çarpıcı kısımları şöyledir:
> “Ey Oğul! Beysin… Bundan sonra öfke bize, uysallık sana. Güceniklik bize, gönül almak sana. Suçlamak bize, katlanmak sana. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana…”
> “Ey Oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.”
>
2. Nasihatin Derûnî Analizi ve Mesajları
Bu nasihat, modern siyaset biliminin “Güç yozlaştırır” tezine karşı, gücün nasıl ahlakla ehlileştirileceğinin reçetesidir.
* Liderin Yükü (Külfet-Nimet Dengesi):
Sıradan insan öfkelenebilir, küsebilir veya hata yapabilir. Ancak yönetici (Bey) bu lükse sahip değildir. Edebali, liderliği bir imtiyaz veya saltanat aracı olarak değil; sabır, tahammül ve feragat gerektiren ağır bir “hizmetkârlık” makamı olarak tasvir eder.
* “İnsanı Yaşat ki Devlet Yaşasın”:
Bu cümle, Osmanlı medeniyetinin özetidir. Batı düşüncesindeki (Machiavelli) “Devletin bekası için her yol mübahtır” veya “İnsan devlet içindir” anlayışının tam zıddıdır. Burada devlet bir amaç değil, insanın huzuru ve hayatı için bir araçtır. İnsan (kul) mutlu ve huzurlu olursa, devlet (nizam) zaten ayakta kalır.
* Enaniyetin (Egonun) Ezilmesi:
“Öfke bize, uysallık sana” diyerek, liderin nefsini yenmesini şart koşar. Öfke ile kalkanın zararla oturacağını, devlet yönetiminde hislerin değil, aklın ve sabrın faaliyet göstermesi gerektiğini vurgular.
3. Kur’an-ı Kerim’den Dayanak: Yumuşak Huyluluk
Şeyh Edebali’nin bu tavsiyeleri, doğrudan Kur’an-ı Kerim’in yöneticilere hitap eden ayetlerinden süzülmüştür. Allah (c.c.), Peygamber Efendimiz’e (s.a.s.) hitaben şöyle buyurur:
> “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi. Artık sen onları affet. Onlar için Allah’tan bağışlama dile. İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenleri sever.”
> (Âl-i İmrân Suresi, 159. Ayet – Meali)
>
Bu ayet, Osmanlı padişahlarının (özellikle yükseliş döneminde) halkla ilişkilerinin temel prensibini oluşturmuştur: Merhamet, istişare ve tevazu.
4. Risale-i Nur’dan Bir Nazar: Efendilik Hizmettedir
Bediüzzaman Said Nursi, Şeyh Edebali’nin çizdiği bu liderlik profilinin, Sünnet-i Seniyye’ye dayandığını ve gerçek liderliğin “hizmetkârlık” olduğunu belirtir. Yöneticilerin halka tepeden bakma yanılsamasına düşmemeleri gerektiğini şöyle ifade eder:
> “İslâmiyetin bir kanun-u esasîsi olan, hadis-i şerifte yani, “Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.” Demokratlık, hürriyet-i vicdan, İslâmiyetin bu kanun-u esasîsine dayanabilir. Çünkü kuvvet kanunda olmazsa şahsa geçer. İstibdad, mutlak keyfî olur.”(Emirdağ Lâhikası.386)
>
Bediüzzaman’a göre, makam yükseldikçe tevazunun artması gerekir. Gurur ve kibir, idarecinin manevi bir hastalığıdır. Edebali’nin “Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana” sözü, tam da bu “hizmetkâr lider” modelini inşa etmek içindir.
Hülasa
Şeyh Edebali’nin nefesiyle kurulan bu sistem sayesinde Osmanlı;
* Fethettiği yerlerdeki gayrimüslim halkın inancına ve hayatına dokunmamış,
* Sömürgecilik yapmamış,
* 600 yıl boyunca farklı milletleri (Millet Sistemi) bir arada tutabilmiştir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Osmanlı Millet Sistemi, farklı inanç ve etnik köklere sahip toplulukların, cihan şümul bir adalet şemsiyesi altında, derûnî özgürlüklerini koruyarak bir arada yaşamasını sağlayan külli bir idari yapıdır. Bu sistem, modern ulus-devlet modelinin getirdiği asimilasyon ve tek tipleştirme yanılsamasına karşı, çok kültürlülüğü hayatın aslı kabul eden bir cevaptır.
1. Millet Sistemi’nin Aslı ve Muhtevası
Osmanlı Devleti, tebaasını (vatandaşlarını) milliyetlerine göre değil, dinlerine göre tanımlamıştır. Buradaki “Millet” kelimesi, günümüzdeki etnik kimliği değil, dini topluluğu ifade eder.
* Milletin Başı: Her Millet’in (Rum Ortodoks, Ermeni Gregoryen, Yahudi, vs.) kendi ruhani lideri (Patrik veya Hahambaşı) bulunur. Bu lider, sadece dinî bir makam değil, aynı zamanda idari ve siyasi bir yetkiye sahiptir.
* Doğrudan Bağlantı: Millet başları, doğrudan Bab-ı Ali’ye (Osmanlı Hükûmeti’ne) bağlıdır. Bu durum, aralarındaki bağlantının kuvvetli olduğunu isbat eder.
2. İdari ve Hukuki Faaliyet Alanı
Millet Sistemi, bu topluluklara hem zahiri hem de batini işlerinde geniş bir özerklik tanır:
* Hukuki Otonomi (Ahvâl-i Şahsiye):
Nikâh, boşanma, miras, eğitim ve vakıf (cemaat vakıfları) gibi kişisel hayatın temeli olan hukuki meselelerde, kendi dinlerinin kuralları geçerlidir. Kadı mahkemeleri, sadece Müslümanlar ve Müslüman olmayanlar arasındaki ihtilaflara veya cezai hükümlere bakardı. Örneğin, Rum bir vatandaş kendi Patriği’nin mahkemesinde, kendi kilise hukukuna göre boşanabilirdi.
* Din ve Eğitim Özgürlüğü:
Her Millet, kendi okullarını, hastanelerini ve hayır kurumlarını (Vakıflarını) kurmakta, kendi dillerini ve dinlerini serbestçe öğretmekte özgürdü. Kimseye dinini terk etme veya zorla değiştirme baskısı yapılmazdı.
* Mali Sorumluluk:
Gayrimüslimler, askerlik hizmetinden muafiyet karşılığında Cizye (korunma vergisi) öderlerdi. Bu, canlarının, mallarının ve dinlerinin devlet tarafından korunmasının bir bedeliydi ve İslâm hukukunun esasları gereği zorunluydu.
3. Adalet ve Fazilet
* Hakkani Hukuk:
Kur’anî adalet, zulme karşı asla müsaade etmez. Eğer bir yöneticinin zulmü söz konusu olursa, o yöneticinin dini ne olursa olsun, zulüm karşısında durmak imanın gereğidir.
* Toplumsal Uhuvvet (Kardeşlik):
Farklı dinlere sahip olmanın, toplumsal nizâ (çatışma) sebebi yapılmaması gerektiğini; adaletle muamele edildiğinde herkesin huzur içinde yaşayabileceğini belirtir.
> “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı sanat, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz.”
> (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, Münazarat. Sayfa 28)
>
Bu iktibas, Osmanlı’nın Millet Sistemi’ndeki faaliyetin özünü özetler: Dış düşmanlara karşı ittifak ederken, içteki ihtilâfı (farklılıkları) zenginlik ve barış sebebi yapmak.
Hülasa
Osmanlı Millet Sistemi, dinî kimlik üzerinden siyasi bir kimlik inşa etmiştir. Bu model sayesinde, farklı inançlara sahip topluluklar, 600 yıl boyunca cihan şümul bir adalet altında kendi kültürlerini koruyarak varlıklarını sürdürebilmişlerdir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Millet Sistemi ve diğer külli yapılarla altı asır boyunca cihan şümul bir devlet kuran Osmanlı’nın, tarih sahnesinden çekilme sürecini ve bu sürecin modernleşme hareketleriyle birlikte nasıl tenkit edildiğini incelemek, hikmet dolu bir nazar gerektirir.
Osmanlı’nın çözülme süreci, tek bir sebebe bağlanamayan, hem zahiri (dı) hem de derûnî (iç) faktörlerin uzun bir süre birikimiyle oluşan karmaşık bir tabiattır.
1. Çözülmenin Zahiri (Dış) Sebepleri
Osmanlı’nın dış hayatla bağlantısı koptuğu anda, Avrupa’daki büyük değişimlere ayak uyduramaması en büyük yanılma kaynağı olmuştur:
* Ekonomik Kaynakların Kaybı: Coğrafi Keşifler neticesinde ticaret yollarının (İpek ve Baharat Yolu) Atlas Okyanusu’na kayması, Osmanlı gümrük gelirlerinin ve Akdeniz’in faaliyetinin düşmesine sebep oldu.
* Askeri Geri Kalmışlık: Avrupa’da Barut İhtilali, daimi ordular ve yeni savaş taktikleri gelişirken, Yeniçeri Ocağı’nın kendini yenilememesi ve disiplinin bozulması, savaşlarda üst üste yenilgilere yol açtı. 1699 Karlofça Antlaşması ile büyük toprak kayıpları başladı.
* Kapitülasyonlar: Başlangıçta ticareti canlandırmak için verilen imtiyazların, zamanla Batılı devletlerin ekonomik sömürüsüne dönüşmesi ve yerli sanayinin aslından kopmasına neden olması.
2. Kurumsal ve Derûnî (İç) Sebepler
Dış sebepler ne kadar büyük olursa olsun, devleti içeriden çürüten derûnî hastalıklar olmasaydı, çözülme bu denli hızlanmazdı. Bu hastalıklar, kuruluş esaslarına ihanet anlamına geliyordu:
* Yönetimin Çöküşü: Enderun sisteminin bozulmasıyla liyakat (yeterlilik) yerine rüşvet ve iltimas (kayırmacılık) yaygınlaştı. Görevler ehil olmayan kişilere verilmeye başlandı.
* Adalet ve Vakıf Sisteminin Bozulması: Kadı atamalarındaki yolsuzluklar arttı, vakıf gelirleri kötü yönetildi veya şahsi çıkarlara tahvil edildi. Adaletin isbatı ve halkın güveni zedelendi.
* İlmiye Sınıfının Donuklaşması: Medreselerin muhtevası ve eğitimi yeniliklere kapandı. İctihad kapısının kapanmasıyla dinî ve ilmî alanda gerileme başladı.
3. Islahat (Reform) Dönemi ve Tenkitleri
* Osmanlı yöneticileri gerilemeyi fark etti ve devlet, ayakta kalmak için kapsamlı Islahat (yenilenme) hareketlerine girişti (Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı).
* Islahatın Yanılsaması:
Islahat hareketlerinin ana tenkidi, Batı’nın sadece zahiri şeklinin (üniforma, bina, ordu teşkilatı) kopyalanmasına odaklanmasıdır. Asıl önemli olan hukukun üstünlüğü, bilim zihniyeti ve hesap verebilirlik gibi batini ruh ihmal edildi. Devlet, hastalığı iyileştirmek yerine, sadece hastalığın dışa vuran semptomlarını tedavi etmeye çalıştı.
* Yönetimsel Kargaşa:
Eski sistemin kurumları (örf ve şeriat hukuku) ile yeni kurulan Batı tarzı kurumlar (Nizamiye Mahkemeleri) yan yana getirilince yönetimde külli bir kaos ve karmaşa yaşandı.
4. Risale-i Nur Perspektifi: Manevi Hastalıklar
Bediüzzaman Said Nursi, İslâm toplumunun gerilemesinin aslı olarak, yukarıda sayılanların da menşei olan altı manevi hastalığı gösterir (Hutbe-i Şamiye):
* Yeis (Ümitsizlik): Hayatın can damarını kesen ümitsizlik hastalığı.
* Sıdkın Adem-i Vücudu (Doğruluğun Terki): Toplumsal güvenirliğin kaybolması.
* Adavete Meftuniyet (Düşmanlığa Tutkunluk): Müslümanların kendi aralarındaki ihtilâflara meyli.
* Tevhidi Akîm Bırakmak (Birliği Etkisiz Kılmak): Dini sadece bir ibadet şekline indirip, sosyal ve siyasi hayatın faaliyetine karıştırmamak.
* İstibdat: Bireysel hürriyetlerin kısıtlanması ve keyfi yönetim.
* Menfaat-ı Şahsiyeyi, Umuma Tercih Etmek: Şahsî çıkarları, umumî menfaatin (kamu yararının) önüne geçirmek. (Bu, Enderun ve Vakıf sistemini çürüten ana hastalıktır.)
> “Bu altı dehşetli illeti, altı ilâçla tedavi edebiliriz. Bu illâcın muhtevası da, tam bir dindarlık ve şeriatın hakikatına yapışmaktır.”
> (Kaynak: Risale-i Nur Külliyatı, Hutbe-i Şamiye.)
>
Hülasa
Osmanlı, Batı’dan geri kaldığı için değil, kuruluş felsefesinden (Şeyh Edebali’nin hikmetinden) uzaklaştığı ve derûnî hastalıklarla çürüdüğü için çözülmüştür. Tanzimat ise bu yanılmayı daha da derinleştirmiştir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
21/11/2025
![]()

